Bir masanın üstünde üç şey durur: bir defter, bir ip yumağı, bir mühür. Ve dördüncü şey—adı konmayan—boş bir sandalye: yokluğun, hakkın ve suskunluğun oturduğu yer. “Günah, af ve bağışlanma” üzerine bu zamansız fikir düellosunda Mevlânâ ile Dostoyevski (kurgu figürler) aynı soruya iki ayrı ontolojiyle saldırır: Biri günahı “kopuş”un yarası gibi okur; diğeri “seçim”in ağır sorumluluğu gibi. Merhamet bir şifa mı, yoksa yetkisiz bir zorbalık mı? Adalet bir onarım mı, yoksa insanı taşlaştıran bir hüküm mü? Her cümle bir bedel ister; her bedel, okuru rahatla
Tükendi
Gelince Haber VerBir masanın üstünde üç şey durur: bir defter, bir ip yumağı, bir mühür. Ve dördüncü şey—adı konmayan—boş bir sandalye: yokluğun, hakkın ve suskunluğun oturduğu yer. “Günah, af ve bağışlanma” üzerine bu zamansız fikir düellosunda Mevlânâ ile Dostoyevski (kurgu figürler) aynı soruya iki ayrı ontolojiyle saldırır: Biri günahı “kopuş”un yarası gibi okur; diğeri “seçim”in ağır sorumluluğu gibi. Merhamet bir şifa mı, yoksa yetkisiz bir zorbalık mı? Adalet bir onarım mı, yoksa insanı taşlaştıran bir hüküm mü? Her cümle bir bedel ister; her bedel, okuru rahatlatmak yerine daha derine çeker.
Bu kitap cevap dağıtmaz; sorunun bıçağını bırakmaz. Çünkü burada affın sahibi, bağışlanmanın sınırı ve “kendini affetmek” denen şeyin ahlâkı, yalnız fikir olarak değil, içeriden kanayan bir deneyim olarak sınanır. Okur, haklıyı seçmeye çağrılmaz; “hangi bedel”i göreceği bir eşiğe çağrılır. Sayfalar ilerledikçe bir şey netleşir: Bazı yaraların adı yoktur—ama tam da bu yüzden, kelimelerimizin en tehlikelisi “affettim” değil, “bitti” olabilir.